Tekdüzeleşen insanların toplumu: ‘Ne Münasebet!’ / Suzan Demir

Fatih Altınöz’le yeni romanı ‘Ne Münasebet!’i konuştuk. Altınöz, “Bu kitap benim için bir çıkış yolu arayışıydı” dedi.

DUVAR – Psikiyatr yazar Fatih Altınöz’ün yeni romanı ‘Ne Münasebet!’, Çınar Yayınları tarafından yayımlandı. Altınöz romanında “ilişkilerimiz”e baba, oğul, sevgili ekseninden bakıyor.

Altınöz’le yeni romanı ‘Ne Münasebet!’ üzerinden çeşitli ilişki hallerini, tekinsiz varoluşları, günümüz dünyasında odak noktamızı nelere çevirmemiz gerektiğini konuştuk. Bireysel sıkıntılarımızın toplumsal olandan bağımsız olmadığı üzerine sohbet ettik. Mesafelenmek, yaralanmak, iyileşmek, yüzleşmek ve bölünmek kavramlarını derinleştirdik.

Baba-oğul ilişkilerinin, berber dükkanlarının, meyhanelerin ya da trompetin çağrıştırdıkları üzerine…

‘Ne Münassebet!’ romanınızda çeşitli ilişki hallerimize alışılmadık bir mizahla yaklaşıyorsunuz. Ama aynı zamanda ilişkilerdeki tekinsizliği de kendinize özgü ve kimi zaman da gerilimli bir tonda anlatıyorsunuz. Karakterlerinizin ruh hallerini göz önünde bulundurarak sahiden her ilişkide bir tekinsizlik var mıdır diye sorsam neler söyleyebilirsiniz?

Çok güzel bir soru öncelikle. Eğer kendinizi dünyanın merkezinde ve herkese varlığıyla hayat veren ‘özel’ biri olarak değil de hasbelkader dünyaya fırlatılmış yalnız, küçük, biçare ve sıradan bir varlık olarak görüyorsanız bir başkasıyla yaşanan her yeni karşılaşmada, kurulan her ilişkide kaçınılmaz olarak karşılaşılan bir tedirginlik var ve olmalı da kanaatimce. Güven duygusu da bu ortamda doğup gelişiyor ya da gelişemiyor. Eğer gelişebilirse iki farklı varlık arasında tahakkümden uzak, daha eşit ve daha güvenilir bir ilişki de ancak o zaman kurulabiliyor. Toplumsal düzenlere dair ütopyaların reel hayattaki karşılıklarında görülen hayal kırıklıklarının, kırılma noktalarının kökeninin burası olduğunu düşünüyorum yani 2 ya da 3 kişi arasındaki ilişkide. Bu romanda bu noktadan toplumsala bir çıkış yolu olup olmadığını aradım kendimce.

‘UZUN SÜREDİR TEKDÜZELEŞEN İNSANLARDAN MÜTEŞEKKİL BİR TOPLUMDA YAŞIYORUZ’

Berber dükkanları, kendine has tarzı olan mekanlar. Berber koltuğuna oturup ensesindeki berber soluğunu hisseden kişi içinde ne var ne yok dökmek zorundaymış gibi geliyor bana. Anlatıcınız da berberin solumasını etkileyici bulduğunu ve bu solumanın etkisiyle tuhaf şeyler düşünmeye başladığını söylüyor. Hatta tam bu tuhaflıklar esnasında karakterinizin içinden söyledikleriyle dışından söylediklerini birbirine karıştırdığına tanık oluyoruz. Siz bu mekanların psikolojisine, poetikasına dair neler söyleyebilirsiniz?

Berber dükkanları özel mekanlar. Çeşitli yaş, çap ve ebattaki erkeklik hallerini orada görebiliyorsunuz. Hamamlar, stadyumlar da benzer yerler ama berberde daha statik bir ortam oluşuyor. Ancak ne yazık ki hiçbirinde çok çeşitli insanlık halleri gözlemlenmiyor. Çok tek tipleşen, tekdüzeleşen insanlardan müteşekkil bir toplumda yaşar olduk uzunca bir süredir. Romanda biraz da buna mizahi bir bakış açısıyla değinmek istedim.

Büyüme ve dünyadaki yerimizi bulma sürecimizde kimi zaman kendimizi benzemekten en çok korktuğumuz kişiyle özdeş davranışlar sergilerken bulabiliyoruz. Bu hem çok büyük bir şaşkınlık hem de bir korku düşürüyor insanın içine. Başkarakteriniz de babasıyla benzer hallere kapıldığını sezdiğinde dehşete kapılıyor. Siz anlatınızda bu duruma baba-oğul ilişkisi üzerinden yaklaşıyorsunuz. Oğulun babasıyla rekabeti, ona benzememe çabası, sevgilisi Aysun’u babasından korumaya çalışması gibi birçok anda babayı yıkmaya, alaşağı etmeye çalışan bir oğulla karşı karşıyayız. Nitekim sonrasındaki krizde de bu yıkma etkisinin ne kadar şiddetli olduğunu görüyoruz. Bu haller başkarakteriniz için de bir çözüm olmuyor, duygu dünyası durulmuyor. Tüm eksik yanlarımızla yüzleşmek, ebeveyn şiddetinden arınmak da yaralamakla değil de mesafelenmekle mümkün olabilir mi sizce?

Evet öylesinin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Ancak bu mesafelenmenin oluşması bu ayrılmanın tamamlanabilmesi gerçek anlamda bir doğumun gerçekleşebilmesi ve görece özerk bir varlığın dünyaya gelebilmesi için oldukça sancılı bir sürece gerek oluyor. Ve çoğu zaman bu doğum çabası bir bütün olarak ayrılma ve mesafelenmeyle değil bir bölünme ve parçalanmayla son buluyor. Çeşitli zamanlarda yeniden denenebiliyor ve biz bu doğum çabasını çatışma, kavga, geçimsizlik, düşmanlık şeklinde isimlendiriyoruz.

Ne Münasebet!, Fatih Altınöz, 256 syf., Çınar Yayınları, 2024.

Romanınızda berber dükkanı kadar önemli bir yere sahip olan bir diğer mekan da meyhane. Meyhanedeki garsonların, müdavimlerin karakterinizin çocukluğunu bilmesi, babanın o mekandaki her şey ve herkes üzerinde güç gösterisi yapması da tekrarlayan hallere örnek gösterilebilir. Babanın geçmişte oğlunu masada yalnız bırakıp arkadaşlarıyla muhabbet etmeye gitmesi çok eskiye dayanan bir yalnızlığın göstergesi olarak okunabilir. Hatta babayla geçirilmesini umduğumuz bir geceye trampet ve davlumbazın daha çok eşlik etmesi ve başkarakterinizin anılarında bu iki görselin anısının daha sıcak ve iyimser olması hakkında neler söyleyebilirsiniz? 

Burada öncelikle yalnızlık hissinin ne kadar kalıcı olduğunun ve kimsesizliğin yarattığı boşluğun başka bir insanla değil de maddeler dünyasından nesnelerle doldurulmaya çalışıldığını vurgulamak istedim. Hüzün verici şüphesiz. Trampette bir vurgu daha var. Zira trampet üzerinden mekanın üst orta sınıf- görece burjuva müdavimleriyle oranın proleteryası arasındaki saçma sapan ve kapanması imkansız mesafeyi de anlatmaya çalıştım.

‘DÜNYA OLDUKÇA UMUT VAR’

“Sonuçta hayat dediğiniz bir hizmettir herkesin kendi tüketicisine sunduğu!” İçinde yaşadığımız dünyada bu cümleyi derinden hissettiğimiz birçok iktidar mekanizmasının baskısına maruz kalıyoruz. Bu baskıya direnebilmenin, geçmişimizde bize acı veren nesnelerin ya da kişilerin verdiği ıstıraplı ruh halini beslememek için neler yapabiliriz sizce? Başkarakterinizin dediği gibi “tüketici forumlarında hakkımızda neler söyleneceğini” umursamamalıyız belki de. Dikkatimizi gerçekten spot ışıkları dışındaki aydınlık alanlara yoğunlaştırmanın yolu hangi patikalardan geçiyor olabilir?

Hayatımızın post-truth dönemde ‘ne’ olduğuna dair pek çok görüş, yorum var malum. Ben bu konuda evvel ezeldir, insanın sınıfsal zincirlerinden çözüleli beri kendi kendisini tüketen bir varlığa dönüştüğünü ileri süren görüşlere yakınım. Dediğim gibi bir çıkış yolu arayışıydı bu kitap benim için. Ve bir yol önermek konusunda çok da iyimser görüşlere sahip değilim. En azından benim baktığım yerden öyle görünüyor. Ancak insana dair umudumu da hiçbir zaman yitirmedim. Dünya var oldukça umut da var.

Romanınızda “zedelenebilirlik, mutat, natural” gibi kelimelere yer veriyorsunuz. Karakteriniz bazı kelimeleri söylerken daha olgun göründüğünü hissediyor. İnsanın kendini iyi hissetmesi ya da karşısındakine iyi duygular hissettirebilmesi büyük ölçüde kelimelerde gizli olabilir mi sizce? Yani bir yazar olarak kendimizi ifade etmek için bu kadar çok kelimeye ihtiyaç duymamız hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Kelimeler muhakkak çok etkili. Ancak kelimelerin çoğaldığı yerde berraklık karmaşaya dönüşüyor. Tutum ve davranışlarla uyumlu olmayan hatta tam zıttı kelimelerle gönüllerin okşandığı, kafaların tütsülendiği ve ütülendiği bir çağdayız.

Söz öbeği olarak “ne münasebet” kendi içinde bir inkarı, karşı çıkışı, bir reddetme halini kapsıyor. Romanın adı da başkarakteriniz anlatıcının dünyasıyla uyuşuyor. Romanlarınıza isim verirken nasıl bir yol izliyorsunuz? Karakterlerinizin tavırlarıyla uyumlu bir ton yakalamaya çalışıyor musunuz?

İsim ararken çok özel yöntemlerim yok açıkçası. Bu romanımda isim tamamen rastlantısal olarak ortaya çıktı. Kitabı yayımlanmadan önce okuyan bir arkadaşım önerdi ismi, benim de çok hoşuma gitti. Zira içeride tartışılan konuları çok iyi yansıtıyor bu isim.